Pages

Friday, December 26, 2014

Eskişehir

2015e girmeden, aralık ayının ortasındaki haftasonunda eskişehire gittik. Yüksek hızlı trenle. Yüksek hız dediğime bakmayın, çok nadir 250 km/saat ile gitti, genelde baya yavaş ama az bir rötarla 3 saatte pendikten eskişehire vardık. Dönerken 2,5 saat sürdü. Giderken yolluk böreklerimizi yedik, özellikle sapanca taraflarındaki güzel manzaranın tadını çıkardık ve sonra da bir güzel kestirdik. 
                                                                                 

    
Cumartesi öğlen vardığımız Eskişehir, tren garından otele doğru yürüdüğümüz 15 dakikalık zaman diliminde, belki gözümüzde biraz fazla büyüttük diye, gözümüze biraz çorak göründü. Türkiyenin amsterdamı diye gittiğimiz için, aynı laz müteahhitlerin yaptığı, yurdumun dört bir yanında bulunabilen apartmanları görünce biraz hayal kırıklığı yaşadık. Artık ne beklediysek, siz düşünün.

Otelimiz La Vie Suite. Espark alışveriş merkezinin karşısında. Otelin kendi güzel, suit odalarımız vardı, ve çok sıcaktı. Oda bin dereceydi piştik, ama cemlerin odası soğukmuş, klima açmışlar ısınmak için. Nasıl bir ısıtma sistemi var çözemedik. kahvaltısı da güzel ama çalışanları biraz enkazdı. (Enkaz= kötü)

Attık bavulları otele, açtık haritamızı... kılavuzu karga olanın ... hesabı, benim önerimle önce gittik en uzak köşeye, Kent Park'a. http://tr.wikipedia.org/wiki/Kent_Park

Haziranda gitseydik eminim çok daha güzel bir park olarak gözümüze görünecekti, ama Aralık ortasında biraz boştu haliyle. Böyle bir park Almanya'da olsaydı, gölün etrafında koşanlardan köpeğini çimlerde oynatan, çoluk çocuk temiz hava almaya gelmiş bir sürü insan görebilirdiniz. Ama burası Türkiye. Aralık ayında biz kapalı alışveriş merkezlerinden çıkmayız. Veya Eskişehirdeki gençlerin yaptığı gibi Aralık ayında bile ısıtıcılarla çevrili açık cafelerde otururuz. Ama Yılmaz Büyükerşen şehrin her yerine boy boy posterlerini astırmayı hakedeceği çok güzel bir park yapmış. Yapay bir gölet, deniz gibi bir havuz ve kumsal yapmış. Atlara binebileceğiniz bir manej ve cafeler var. Eskişehirde genel olarak dikkatimi çeken başka birşey de şehrin her yerinde heykellere rastlıyorsunuz. Sanata değer veren bir şehir belli ki.

Göletin üstündeki köprüde fotoğraflarımızı çekip, çok acıkan karınlarımızı doyurmak için parkın içindeki Kırım Çibörekçisine gittik. Sonra da "yeter artık burda oyalandığımız" diyerek, sora sora Tramvay durağını bulduk. A bu arada otelden parka taksiyle 15 liraya gidiliyor. Tramvay için de biletler 2,5tl. İstanbulda hala yapamadıkları çok güzel bir raylı sistemleri var, helal olsun adam yapmış. Escard'ınız varsa daha da uygun toplu taşıma, öğrenciler için birebir.



Sonunda Porsuk çayını ve Porsuk Bulvarını bulduk... ve dedik işte Amsterdam! :) Gerçekten de şehrin en çok hoşuma giden yeri. Su olan yerde hayat var, çayın iki yakasında sıra sıra cafeler barlar var. Çok orjinal mekanlar da var. Biz Travellers'ta oturduk. İç dizaynı süper. http://travelerscafe.com.tr/ 

Akşam 6-8 arası odalara çekilip biraz dinlendik. Herkes uyurken ben tripadvisor ve foursquare'de araştırmalarımı yaptım ve akşam yemeği için gidebileceğimiz yerleri çıkardım. Hem otele yakın, hem de keyifli olabilecek iki alternatif çıkardım. Varuna Memphis ve 222 Park.
https://tr.foursquare.com/v/varuna-memphis-pub/5177db09e4b042959abc9a1e
http://www.222park.com/

Bu yorgunlukla hiçbirimiz bir gece klübüne gitmeyi düşünmediğimiz için (Murat hariç), uzun keyifli bi akşam yemeği tercihimizdi. Varuna Memphis asıl konsept olarak bar olduğu, ve her ne kadar yemekleri güzel yazsalar da yorumlarda çoğu kişinin birşeyler içmeye gidilmesi gerektiğini yazdığı için önce 222 Park'a bakalım dedik, çok da iyi yapmışız.

222 Park 7 tane mekandan oluşan bir yer. Biz gittiğimizde açık olan 2 restaurant vardı. Sish veMajha. Zaten bütün park tek bir kişiye aitmiş, biz bi türlü karar veremeyince garson en son bu bilgiyi verdi de rahatladık ve Sish'i seçtik. Daha şık geldi. İki mekanda da canlı müzik vardı. Sish steak house, ama aynı kişiye ait olduğundan Majha'nın da menüsünü getirdiler, et yemeyenler için alternatif oldu. 


Yedik içtik ve İstanbulda benzer bir mekanda yeseydik 3 katı fiyat vereceğimiz bir fiyat ödedik. Müzik çok güzeldi, hizmet güzeldi. Memnun kaldık ve ayrıldık. Herkes otele dönelim dedi ama biz efeyle "bu kadar geldik, barlar sokağını görmeden gitmeyelim" dedik. Barlar sokağı yani Vural Sokak. Sılaönü sokaktan girin, girişte şu yazıyı göreceksiniz... Bayıldımmm :)



Pazargünü güzel ve uzun bir kahvaltının ardından, Sazova'daki Harikalar Diyarına yani Bilim Kültür Sanat Parkına gittik. http://www.eskisehir-bld.gov.tr/eskisehir_turu_bilim_sanat.php. Sadece çocuklar için değil, büyükler için de çok güzel bir park. Malesef park içindeki ücretsiz binilen tren mevsim dolayısıyla çalışmıyordu ama heryeri yürüyerek de gezilebiliyor. Korsan gemisi, ve Şato çok güzel. Akvaryumu yurtdışındakilere göre küçük ama kompakt ve güzel. Tek içimde kalan Planeteryum'u yani Uzay Merkezini göremedik. İnşallah bir sonraki sefere...









Park sonrası Odun Pazarına gidip dar eski sokaklarda gezdik, mantı ve çibörek yedik, ordan da yine merkeze gidip akşam yemeği öncesi Varuna Gezgin'e gidip bira içtik. Varuna Gezgin çok ilginç öyküsü olan bir yer. Internette biraz araştırırsanız, mekanlar içinde en yüksek puanı aldığını göreceksiniz. Back packer yani sırt çantalı gezginlerin yeri Varuna Gezgin... en iyisi websitesine bir bakmak. İzmir, Ankara ve Eskişehirde olan mekanı İstanbula açarlarsa yürür giderler, böyle bir dekorasyon, böyle orjinal bir konsept yok!https://tr.foursquare.com/v/varuna-gezgin--cafe-del-mundo/4ba7cb43f964a520e8b339e3

Artık dönüşe yaklaştık, gitmeden akşam yemeğimizi de bir nevi fast food hamburgerci olan Pino Burger'de yedik... Ehh... bi Flame değil.

Eskişehir ilk izlenimde gözümüze çorak gözüksede, biz çok sevdik, eğlendik ve güzel bir tatil geçirdik. Ucuz, toplu taşıması düzenli, yaratıcı parkları, heykelleri ve sert karasal ikliminin dondurucu soğuk gecelerinde bile üşümeyen ve hep dışarda oturup eğlenen gençleriyle kaldı aklımızda. Anadolu'nun modern şehri Eskişehir'i mutlaka görmek lazım.


Tuesday, August 19, 2014

New York Vol.1 City Cruise and Chealsea District

Bugün Salı... Hava oldukça güneşli... Cruise için oldukça güzel bir gün!

Pier 78'den kalkacak olan Nehir Turuna Sabah 11de çıktık. Adanın batı tarafında Hudson River'dan başlayan tur, Brooklyn Bridge'in altından geçip East River'da biraz daha yol aldıktan sonra dönüşe geçiyor, Özgürlük Heykelinin önüne kadar gelip, fotoğraf çekebilmeniz için biraz duruyor ve Pier 78e geri dönüyor. Kesinlikle Ellis Island'a veya Özgürlük Heykeli'ne (Statue of Liberty) direkt gitmeye gerek yok, bu tur gayet yeterli. Bu tur sayesinde adları River olsa da, nehir olduklarına inanamadığım suları google mapste inceleyerek yeni birşey öğrenmiş oldum. Napiyim ben hep denizin uzantısı zannediyordum :) Bence turun gerisini fotoğraflar anlatsın...










Turumuz bitti... hazır burdayken şu herkesin pek bahsettiği Meatpacking District'e gidelim dedik. 1 saat kitabın gösterdiği rotada yürüdük ama, belki inşaat gürültüsünden, belki de ferah ferah açık havada oturacak doğru düzgün biryer göremediğimiz için ben pek beğenmedim. Ama Chelsea Market mükemmeldi. İçinde çeşit çeşit bir sürü dükkan ve lokantanın olduğu biryer düşünün. İtalyanından ıstakozcusuna, baharatçıdan dondurmaya, çeşit çeşit yemek. Buraya 2 kere gittik NY’de kaldığımız hafta boyunca nedense her gidişimde kendimi Londra’da hissettim. Adından mı etkilendim bilmiyorum, mesela içindeki market, satılan sebze meyveler, sanki Amerika değil de daha çok İngiltere izlenimi veriyordu. Bu etki tabiki sadece bende oldu, Efe öyle bir şey hissetmedi.



Chelsea market’da dolandık, sonra hava çok güzel olduğundan, ordan kendimize suşi alıp Madison Square Park’ta yemeye karar verdik. Filmlerdeki gibi parkta oturup yemeğimizi yedik.
Akşam tam gün batımı saatinden biraz önce Empire State’teydik. Herhalde o kuyruk cumartesiye özeldi, bu sefer hiç öyle büyük bir kuyruk yoktu, ama kuyruk olmamasına rağmen yukarsı inanılmaz kalabalıktı. Küçük bir bilgi, sakın içeri sıra beklemeden girerim umuduyla biletinizi önceden internetten veya binanın dışında bilet satan görevlilerden almayın. Hiçbir işe yaramıyor. O kuyruğu her halikarda beklemek zorundasınız. Tamamen pazarlama tuzağı benden söylemesi. Bilet almak sorun değil zaten, asansör beklediğiniz için kuyruktasınız. Bu arada hakkaten hayatımda gördüğüm en hızlı asansörlerden. Bir de Shanghai’daki şu meşhur binaya çıkmıştım, herhalde yarışıyordur asansörleri.







Bu memleketten Shack Shake yemeden gitmeyeceğim! Bir kere İstinye Park’ta gittim, ama orijini burasıymış ya, gitmezsem bi tarafım açıkta kalacak. Madison Square Park’ta yemek mümkün değil, her daim parkın etrafını dolanan bir kuyruk var, biz hayatta beklemeyiz onu, ben beklesem Efe beklemez “biz İzmirliyiz, kuyruk beklemeyiz” mottosunu tekrarlar durur. 8th Av’da otele yakın başka bir Shack Shake var, o da olmaz, kalabalık ve biraz Mc Donalds’ı andırıyor. İnternete bulduğum diğer opsiyon ise Grand Central Station’ın içinde olan Shack Shake. Otele gidip gelirken gördüğümüz, herkesin ortasındaki çimlerde, kenarlarındaki masalarda oturduğu bayıldığımız Bryant Park’a ise çok yakın. Öğlen Madison Square yaptık, akşam neden Bryant olmasın diyerek, oraya çok yakın olan Grand Central’a gittik Empy çıkışı ve şok şok şok… ne kuyruk ne bişey hoop diye aldık yemeklerimizi. Hatta bir sürü boş masa vardı, temiz temiz şurda yiyip öyle parka gidelim dedik, mis gibi yedik ve parka gittik. Sonuç, evet güzel bir hamburger ama hala Flame (Caddebostan) daha güzel (Bir de Nur Beach Hotel’in Cheeseburgeri).

Monday, August 11, 2014

Saklıkent

11.30da Datça'yı terkedip yola çıkmıştık. Kabul, ikimizin de morali biraz bozulmuştu, veya keyfimiz kaçmıştı diyelim. Biraz apar topar evi terk etmiş olmak, biraz temiz ev özlemi, biraz da tatilin son ayağına geçiyor olmak...

Saklıkent'e yaklaşırken saat 14.30'a geliyordu. Ve dağlar biraz bulutlanmıştı.


Saklıkent'i internette okuduğuma göre sürüsünü otlatan bir çoban tesadüfen bulmuş. Bize göre o yörede oturup da dağların arasındaki bu yarığı görememek için kör olmak gerekir. O denli büyük!

Arabayı park edip, gidip plastik ayakkabılardan aldık. Alırken her ne kadar yöre halkının bizi o adi plastikler için bile bile kazıkladığına sövmüş olsam da, cimrilik etmeyip aldığımıza, kanyonun içinde yürürken çok memnun olduk. Terlikle gidilebilecek gibi değil. Evet, gidenler var, ama ben yapamazdım, muhtemelen terliği koparırdım. Kısaca; 10tl verin ayakkabıyı alın. 

Giriş 5tl. Ama malesef yine türklüğümüzü konuşturmuşuz. Şu kadar tarihi kalıntı veya doğal güzellikler avrupalıda olsa nasıl allayıp pullayıp satar. Biz elimizdekinin kıymetini bilmiyoruz. Çünkü pazarlamadan anlamıyoruz. İlk girişte dağın yamacına kurulu asma bir köprüden kanyonun giriş meydanına ulaşıyorsun. Meydan bir hengame, kim nerden suya adım atacağını kestiremiyor. Koy şöyle bir yol güzergahı, o güzergahta bazı bilgiler ver. Ufak atraksiyonlar yap, mesela çocuklar için küçük botlardan bir route yap. Hiçbirşey düşünülmemiş, tamamen doğaya bırakılmış bir yer ve evet tabiki güzel, ama insana düzensiz gözüküyor.

Meydandan indik yavaşça buz gibi suyun içine. Bu arada mayonuzla gidin iç çamaşırınızla değil. Şortunuzun ıslanmasını istemiyorsanız kadınlar elbise giysin. Ben suyun yükseldiği yerlerde eteğimi belimde toplayıp yürüyordum. 

İlk baştaki nispeten derin suyu geçince yol uzunca bir müddet bilek hizasında ara ara diz hizasında ilerliyor. Galiba 1 saate yakın yürüyüşün sonunda kanyonun daraldığı suların yükseldiği, ve görevlilerin daha ileriye gidilmesini önermediği noktaya geldik. Suya tamamen girmek gerektiği, ve yanımızda içinde telefon para ve araba anahtarı olan küçük bir çanta olduğundan sırayla devam ettik. Efe baya bi ilerledi,15dk onu bekledim, baya sulara girmiş, iyice darlaştığı yerden dönmüş. Ben çok gidemedim. Hem tek başıma korktum, hem de aşılması çok zor bir kaya çıktı karşıma, beceremedim. O sırada karşı taraftan 3 kişi geri geliyordu, istesem beni yukarı çekerlerdi ama onun yerine nereye kadar gittiklerini, ilersinin nasıl olduğunu sordum, zaten onay bekliyordum, boşver değecek birşey yok deyince ben de geri döndüm.



Yaklaşık 2 saat yürüyüş tabiki acıktırdı, nehir kenarında yer sofraları ve sedirler olan yerlerden birine oturduk. 
Orda rafting yapanları izledik, 3 farklı kulvar var, 30dk, 1,5 saat ve 3 saat. Ön masada oturanların bir arkadaşı geldi, bağıra bağıra anlattığı için biz de duyduk, rafting sırasında sizi yuvarlar içe doğru oturduğun, hamburger de denen botlara oturtuyorlar. Adamın yolda çişi gelince tutamamış, botun içine yapmış, su da içeri girip temizlemeyince öyle çişinin içinde tamamlamış parkuru. Tabiki bunu duyunca iğrendim ve rafting yapmaktan vazgeçtim, iyykk iğrenç, elalem allah bilir başka neler yapıyordur. 

Saat 6 gibi çıktık ve Kaş'a doğru devam ettik.




Friday, August 8, 2014

Datça and the Horror!

Yiğit ve Ezgi’yle beraber Datça’ya vardık. Onlar sadece 2 gece kalıp sonra diğer koyları gezecekler, biz Pazara kadar kalmayı planlıyorduk. Ta ki böcekler çıkana kadar! Avuç içim uzunluğunda, nerdeyse 10cmlik iğrenç hamam böcekleri! Komşulardan öğrendiğime göre, bütün evlerde aşağı yukarı çıkıyorlarmış, bir de uçuyorlarmış, allahtan ben bizimkilerin uçtuğuu görmedim ama korkarım bizim evi biraz sarmışlar, biz ilk defa 2. Gecemizde gördük… Hikayenin başına dönecek olursam…

Bu sene Datça diğer yazlara göre biraz keyifsizdi, bazı arkadaşlarımız yoktu, biraz kalabalıktı… O nedenle Yiğit ve Ezgi’nin gelmesi çok iyi oldu, güzel vakit geçirdik. Salı akşam üstü 4 gibi vardık zaten, hemen denize indik, akşam da yemek için, rezervasyon yapmada geç kaldığımız için Kekik’te yer bulamadık ve kürkçü dükkanı hesabı Hüsnü’nün yerine gittik. Tavsiyem… gitmeyin. Özellikle Kaş’la karşılaştırdığımda, Hüsnü vasatın altı. Ve çok gereksiz pahalı, hatta kazıkçı.



Datça pek değişmemiş, hala bir tane bar bir tane disko var, tanıdığım kimse o diskoya gitmiyor, inan kim gidiyor hiçbi fikrim yok ama yıllardır var olduğuna giden bi kitlesi var demek ki.
Çarşamba gündüz Kargı’da denize girdik. Bayram kalabalığından yer olmadığından sabah 10da gittik, haliyle orda kahvaltı ettik. Ama resim çekmeyi unuttuk. Koyu bir baştan bir başa yüzdüm, çok özlemişim. Fakat o kadar çok tekne vardı ki o canım deniz pislik içindeydi. Her sene aynı sahne maalesef, sahil güvenlik armut topluyor.

Akşam evde mangal yaptık, muhabbet güzeldi, limana inmedik. 2 gibi yatalım artık derken, içerden Ezgi seslendi, Beyza böcek diye… Ben ömrümde böyle bir yaratık görmedim ve tam bardakların durduğu açık rafta, yani üstüne vurmak mümkün değil bütün raf bardaklarla beraber aşağı iner. Kaldı ki ben zaten korkarım, vuramam ona. Yiğit’e seslendik, o önce bi durun ben hallederim dedi, ama o da bu kadar büyük beklemiyordu, yok ben bunu öldüremem dedi. E napcaz, Efe’yi uyadırmaktan başka çare yok, bi tek o yapar. Gittim usulca, Efe dedim, böcek var, ama biraz büyük, öldürebilir misin, zavallım uyku sersemi gözlerini bir kere kırptı… bu evet demek, yaşasın :)

Biz evin çeşitli yerlerine kaçıştık, Efe önce bi durum değerlendirmesi yaptı. Zaten gözünü yeni açmış, böcekle 1 dakika kadar bakıştılar, Efe diyorum noldu, yapabilir misin… Yok bu ölmez deyip gülmeye başladı… Meğer bizle dalga geçiyormuş… Bir an o da öldüremezse naparız diye karaları bağlamıştım. Ben kalmam o hayvanla aynı evde. Neyse efe bi dürttü hayvan hareketlenip duvarda koşmaya başlayınca bir terlik darbesi, ordan tezgaha düşünce bi darbe daha, hayvan pert! Oley kurtulduk!

Sabah eski Datça'ya kahvaltıya gittik. Mualla Teyze sağolsun, güzel bir yer tavsiye etti, tam köy kahvaltısı!


 
Kahvaltıdan sonra denizde Ali’lere anlatıyorum… “Sana kötü bir haberim var, o hayvanlar yalnız yaşamaz, eğer bir tane gördüysen muhtemelen 100 tanesiyle beraber yaşıyorsun” dedi, ve o akşam 11de mutfağa giderken, bir tanesinin poposunu gördüm, küçük tuvaletin fayanslarının arasında bir delik oluşmuş nasıl olduysa, ordan yok oldu. Tam Efe’yi çağırdım (yavrularımız sabah dönmüşlerdi) onu gösteremedim, ama merdivenin altında zehir ararken bir tane daha gördüm ve Ali’nin sözleri kulaklarımda çınladı. Bu sefer öldüremedi de, çünkü duvarın arkasında kayboldular. Öldürse de farketmez, belli ki evde yuva var.
Ben dedim ki, burda kalamam ben, Emin’i arayalım, gece onda kalalım, sabah da Kaş’a erken geçeriz, olmadı Dalyan ne bileyim gezmek istediğimiz başka bir yere gideriz otelde kalırız, alt tarafı 2 gece daha kalacaktık Datça’da kalmayıverelim. Efe’nin tabi umru değil, o kalır da, ben kalamam deyince peki dedi, gece 11 biz bütün eşyalarımızı bavullardan çıkarıp silkeleyip bir daha yerleştirdik. Yumurta falan bıraktıysa bi de İstanbula taşımayalım diye. Evi baya bi topladık, çöpleri, atılacakları paketlenecekleri hallettik, bir kısmını bagaja yerleştirdik. Pikemiz ve yastığımızla gece 1.30da Emin’e gittik, onda yattık. Rezalet vallahi ama Allahtan o vardı. Onun evini de 5 sene önce aynı böcek basmıştı, o da aynen bizim gibi evi terk edip otele yerleşmişti. Halden anlıyordu Allahtan. Sabah kahvaltıdan sonra kaştaki oteli aradım, Allahtan yer vardı, biz de sabah 11.30’da Saklıkent üzerinden Kaş’a doğru yola çıktık

Bu kadar resim çekiyorum, keşke böcekleri de çekseydim ama o şokla hiç aklıma gelmedi :(

Çeşme Yaz Sonu



Ve kış başından beri hayalini kurduğumuz uzun yaz tatilimiz sonunda başlıyor. Herkes bayram tatiline çıkar yollar kalabalık olur diye Perşembe öğlen yarım gün izin alıp düştük yollara, akşam 9 gibi Çeşme’deydik. Cuma sabah ne zamandır merak ettiğim ama bir türlü gidemediğimiz Quente Beach’e gittik. Bizim eve 5 dakika yürüme mesafesinde olması nedeniyle biraz tercih ettik, deniz kenarında uzun uzun otururuz diye. İstediğimiz zaman da eve gidebilme lüksü var tabi. Mesela Efe deniz kenarında sıkıldıkça eve gitti. Zaten bu tatilin genelinde anladık ki, sabahtan akşama kadar deniz kenarında vakit geçirmek bizi biraz sıkmış. Yat, yat, yat nereye kadar, o sıcağın alnında biraz bunaltıcı geldi. 


Velhasıl Quente ile ilgili yorumlarım çok iyi değil, çok sevmedim, bi daha da gitmem, detaylı yorumlar için Tripadvisordaki yorumlarıma bakılabilir.

Baktık ki deniz kenarından sıkılıyoruz, evimizin de güzel çimenleri var, ağaçları var, “neden denize girip çıktıktan sonra gelip kendi çimenlerimizde yatıp, kendi beach’imizi oluşturmuyoruz” dedik, ve bunca yıldır bunu neden daha önce akıl edemedik diye ben baya hayıflandım. Ne çocuk gürültüsü, ne etrafta insanlar, ne bangır bangır müzik… hiç biri yok. Tamamen kendi özelin, temiz tuvaletin ve istediğini yiyip içebileceğin, canın istemiyorsa da yemeyeceğin bir buzdolabı! İnsan başka ne ister? Belki bir kedi? Evet, bahçede o da vardı… Duman! Yazlığımızın kedisi. Efe’nin anne babası yazın genelde çeşmedeler, kışın ise Duman’ın mamalarını bahçeye bakan görevli veriyor böylece hem aç kalmıyor hem de özgürlüğünden ve sokaklardan vazgeçmesi gerekmiyor.




Cumartesi öğlen Anne, Anneanne ve ben Alaçatı pazarına gittik. Çok güzel kıyafetler, yazlık elbiseler ve envai çeşit tekstili bulabileceğiniz muhteşem bir Pazar. Sıcakta anneyle benim tansiyonumuz biraz oynadıysa da maşallah anneanne bana mısın demedi, ve bir gidelim diye yalvarmasak daha alışveriş yapıyordu.

Cumartesi akşamı küçük yavrularımızın gelmesiyle beraber ailecek bir mangal ve ardından Alaçatı Hacı Memiş’e gittik. Nasıl kalabalık, nasıl kalabalık… ve sıcak. Her daim rüzgar esen, akşam yanına bir hırka almadan çıkmadığın Çeşme yanıyor, rüzgarı geçtim, yaprak kıpırdamıyor, üstelik nemli! Ve herkes tatilde! İğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalık, üstelik cumartesi akşamı olunca sanki yoğunluk ikiye katlanmış. Yiğitlerin müdavimi olduğu barda oturacak yer olmamasıyla beraber kapıda bir kuyruk… Sonuç, tek yer bulabildiğimiz acayip kazık bir mekanda tanesi 17tl’den bira içtik. O kadar entel bir yer ki türk birası bile satmıyorlar. Alkolsüz ne var diye sorduğumuzda adam bize uzaydan gelmişiz gibi bakıp, hatta sanki biraz aşağılayarak, sadece kola var dedi. Pazar akşamı ise Çeşme Marina’da Hayal Kahvesine gittik yine. Geçen sefer o kadar eğlenmiştik ki, gidelim yine coşalım dedik.  Bu sefer Fondip diye başka bir grup çıksa da yine de güzel eğlendirdiler. 


Pazartesi bayram sabahı kahvaltımızdan sonra küçük yavrularımızı İzmir’e yolculadık, biz de bahçede yatmaya devam ettik. Salı kahvaltı sonrası Datça’ya doğru yola çıktık.


Tuesday, August 5, 2014

Çeşme yaz başı



Yaz geldi! Evet evet sonunda geldi, ve biz sezonu Çeşme’de açtık geçtiğimiz haftasonu.

Son haftalarda hava bir tuhaf, son günler kış aylarında olmadığı kadar soğuk ve yağmurlu geçti. Mesela Yoncayla haftalardır ertelediğimiz buluşmamızı, Üsküdar’da denizin karayla bir olduğu 2 haziran günü zor koşullar altında gerçekleştirdik. Ben ikinci köprü yolunda karşıya geçmeye çalışırken, Şile sapağının oralarda arabayı bir üst geçitin altında durdurup kafam kadar yağan dolunun yavaşlamasını bekledim. Baktım geçmek bilmiyor, “benim bu buluttan kurtulmam lazım” diyerek yavaştan bastım gaza ve nihayet Kanyona vardım.
Çeşmeye gitmemize 2 gün kala kapatan hava, ve Kozyatağında küçük bir nehir oluşmasına neden olan dolu ve yağmur bizi biraz endişelendirse de Çeşme’ye gitmek için yola çıktığımız 20 haziran Cuma öğleden sonrasında 1 saat süren şiddetli yağmurdan sonra bulutlar sonunda dağıldı. Cuma trafiği nedeniyle biraz gecikmeli (02:30) varsak da, Çeşme’deki evin balkonuna ayak bastığımız anda bizden mutlusu yoktu.
Cumartesi sabah çimlerin üzerine masamızı kurup şahane bir kahvaltı yaptık. Denize girmek için ise eski Seaside, geçen senenin Bobou’su, bu senenin Propagandaist’ini seçtik. Daha once gitmemiştim oraya hiç. Alaçatının en ucunda, tek bir tesise ait olan bir koy burası. Kum ve yavaş yavaş artan derinliği, cam gibi bir suyu var. Çeşme’nin denizi biraz soğuk olur ama Bozcaada kadar da soğuk değildi. Deniz çarşaf gibi ve fazla da rüzgar yoktu. Beach’e girerken Turkcell Platinium’lulara da %50 indirimli.



Akşam üstü 6’ya doğru kalkıp, akşam yemeğine hazırlanmak için evin yolunu tuttuk. Akşam Alaçatı Port’ta Kydonia’daydık. Denizin dibinde, nerdeyse her sene oturduğumuz yerdeki masayı verdiler bize. Kydonia’nın mezeleri mükemmel! Bu galiba 3. Veya 4. senedir gidişimişz ve 1 kere balık yemedik. Dolaptaki nerdeyse her meze ve ara sıcağı yiyoruz haliyle insanın canı balık yemek istemiyor. Girit ezme mükemmel!


Yemek sonrası Alaçatı sokaklarına biraz dolaştık, o daracık sokaktaki insan trafiğine karıştık. Sezon nerdeyse daha yeni, geçen hafta açılmış. O yüzden henüz o kadar kalabalık değildi ama yine de cumartesi akşamı doluluğu vardı. Biraz yürüdük, sokağa masa koyan mekanların birinde oturup birşeyler içtik. Ve saat 2’ye gelirken Murat’ın isteği üzerine Ayayorgi’ye Babylon’a bakmaya gittik. Oldies but goldies gecesi vardı ama yorgunluktan öldüğümüz için 5 dakika ortamı görüp gerisin geri evin yolunu tuttuk.

Pazar sabahı denize çok geç kalmamak ve yer bulabilmek için Alaçatıdaki fırından boyoz, börek ve poğaça alıp hızlı bir kahvaltının ardından, Ayayorgi’ye yine Babylon’a ama bu sefer plaja gittik. 12de varmamıza rağmen arka tarafta limon ve mandalina ağaçlarının altında bi yerimiz oldu. E tabi Pazar farkı… insanlar koştura koştura gelmiş. Zaten yolda ve bir de üzerine dün akşamdan yorgun olunca, koyu baştan başa yüzüpü minderlerin üzerinde sızdım kaldım. 2 saat uyumuşum ki hiç deniz kenarında o kadar uzun uyuduğumu bilmem. 4ü geçe uyandığımda uykum bittiğinden değil güneşten sırtım çok yandığı için uyanmak zorunda kaldım. Hafif bir müzik ve hafif rüzgar eşliğinde yatağımı aratmayacak bir rahatlıkta uyuyordum oysa. Yine 6 gibi kalktık, kasaptan ve marketten alışverişimizi yaptıktan sonar bahçede mangal için hazırlıklarımız tamdı.


Gece 11e kadar oturduğumuz yemek masasından “bu kadar geldik çeşmeye de inmeden olmaz” motivasyonuyla zorla kalksak ta, çeşme marinanın içindeki hayal kahvesinde canlı müzik eşliğinde çok eğlendik, dans ettik, tam iyice havaya girmiştik ki saat 1 oldu ve müzik bitti. Napalım hiç yoktan iyidir, yine de bu kadar da eğlendik, e yarın da yol var, diyerek 2de yatağımızdaydık.



Pazartesi sabahı… maalesef artık geri dönüş günü geldi çattı. Eve yakın olsun diye paşalimanında biraz denize girip eve döndük öğlen yemeği duş, evi kapatma darken öğleden sonar 4ü geçe düştük yollara… Geceyarısı evdeydik. Tatil çok güzeldi ama bu tatilde artık yaşlanmaya başladığımı hissettim. 3 günlük bu kadar yol ve bu kadar aksiyon beni fazlasıyla yordu, öyle ki döndükten sonraki haftaiçi her gece koltukta sızdım, ve hiç dinlenemedim… yine de bu yorgunluğa değdi. Murat ve Rana ile muhteşem bir 3 gün geçirdik.