Pages

Tuesday, January 20, 2015

Friedrichstadt ve yine THY macerası

Ekibimizin ilk ve şimdilik tek team gathering'ini yapmaya karar verdiğimizde müdürümüz Oslo'da kayak tatili hayal etmişti. Şirkete ait bungalovlarda kalacaktık ve aynı zamanda cross country kayak da yapabilecektik. Sonra ne olduysa oldu ve program Friedrichstadt'ta ev kiralamaya döndü. 

 Hamburg'tan Friedrichstadt'a giderken

Chenping'in gelememesiyle 6 kişi 6 oda olarak eve dağıldık. 4 gece kaldığımız evimiz oldukça yaşamış ve hala da yaşayan bir evdi. Her türlü ihtiyacımız vardı, özellikle mutfak tamamen donatılmış, kek çırpıcıya kadar herşey vardı. Belli ki evin sahibi çoluğuyla çocuğuyla bu evde yaşıyor. Bahçede çocuklar için oyuncaklar ve salıncak da vardı çünkü. 





Friedrichstadt aslında bir şehir ama bizim için bir köy. Minicik, küçücük, bir başından bir sonuna 10dk'da yürüyebildiğiniz kadar küçük. Burda önce Hollandalılar varmış, o yüzden evler Amsterdamdaki mimariye çok benziyor.




Çok sevimli olan şehrimiz, nehir kenarında, oldukça sulak bir bölgede yer alıyor. Evlerin çoğu dere kenarında ve önlerinde küçük bir iskele var ve kanoları duruyor. Belli ki yazın veya baharda çok daha güzel, keşke yazın gitseymişiz dedirten bir yer. Ama biz her daim yağmurlu, gri bir havada, havanın 9da anca biraz aydınlandığı, 16da karardığı bir mevsimde gidince şehrin tadını çok çıkaramadık. Aslında amacımıza da uygun oldu. Bir şey yapamayınca bol bol evde zaman geçirdik ve çalıştık. Günlük aktivitelerimiz ise yemek pişirmek oldu. İlk akşam dışarda yedik ama diğer 3 akşam için 3 grup olduk. Ben türk yemeği, musakka



Allan ve Sarah çin yemeği, gerhard ve christian alman yemeği yaptı. Khalid birşey pişirmedi ama yardım etti. Sabahları ben ekmek ve kruasan almaya gittim. Evde kalanlar kahvaltı sofrasını hazırladı ve nerdeyse her sabah Allan tuhaf ve ağır kokulu çin yemekleri pişirdi. Camları sonuna kadar açıp evi havalandırsak da koku heryerimize sindi. Muhtemelen bütün bavulu yıkamak zorunda kalacağım.


Bu kadar küçük bir şehirde ve sezon olmamasına rağmen, pazartesi öğlen yemeği için market place'e çıktık ve heryer kapalı olmasına rağmen açık bir dönerci bulduk. Tamam, Almanya'da çok Türk var biliyorum ama burada hele bu mevsimde olmasını beklemiyordum. Aslında galiba Kürt'tü çünkü Türkçe konuşuyor musunuz diye sorunca ( artık öğrendim, kimseye "Türk müsün" diye sormuyorum, Türkçe konuşuyor musun diye soruyorum), dönerci bana "Kürtçe, Türkçe, İngilizce hepsini konuşuyorum" diye cevap verdi. Mersinliymiş, 6 sene önce buraya gelmiş, çok da memnunmuş. Kimse kışın burda dayanmıyormuş ama o dükkanı kapatmadığından, kışın yaza göre daha çok işi oluyormuş. E tabi, alternatif yok ki. 


Biz de aslında eve pizza söyleyecektik ama pizzacı bile kış sezonunda kapalı çıktı. Adamlar broşüre yazmış, kışın kapalıyız diye. Zaten şehirde sadece 1 kasap, 1 süpermarket ve 1 fırın vardı. Bir de eczane gördüm. Herşeyden bir tane var, çok sevimli. İnsan kendini sim city nin içinde hissediyor. 



Salı günü bir aktivite yapalım dedik ve civarda meşhur olan St. Peter Ordning'e gittik. Burası upuzun kumsalları olan bir yer. Aynı zamanda termal otelleri ile meşhurmuş. Millet buraya sıcak havuzlara, yani kaplıcalara geliyormuş. Denize varana kadar upuzun kumsalları var. Oldukça sığ bir deniz, ve çok da dalgalı. Yani pek bizim sevdiğimiz deniz tipi değil, ama kuzey denizinde, yani görülesi bir yer.









Oldukça berbat bir havada gittik. Yüzümüze iğne gibi batan dolu eşliğinde oldukça zor bir yolculuktu ama yağmur çizmelerim sayesinde ayağımı denize bile soktum. Neyseki plastik botlarda herhangi bir delik yokmuş da ayağım ıslanmadı. 




Bu kadar sessiz sakin bir yerde 4 gece geçirdikten sonra, Tuzla'da oturma hayallerimden nerdeyse vazgeçtim. Tuzla buraya göre mega şehir sayılır gerçi ama ne biliyim, şehir hayatını özledim, dört gözle hamburga dönelim istedim. Artık dönüyoruz...





Ve perşembe günü çok geç olmadan Hamburga döndüğümüzde saat 15.30 da kendimi Mönckeberg Strasse'ye atmıştım. Xmas sonrası heryerde indirim var, bunu kaçıramam. Amacım, fermuarı bozulan eski kayak montumun yerine yeni doğru düzgün bir mont almak. Jack wolfskin, Columbia ve North Face favorilerim. A bir de salomon. Bu arada acayip markaların varlığını da keşfettim. Kjus ve sportalm.


Boynerde 900 tl olan kayak montunu 200 euroya aldım, üstelik 19 euro da geri iade aldım tax freeden. Mont bana 540 tlye geldi. İnanılmaz. Malesef indirimde pantolon bedenleri tükendiğinden pantolon bulamadım, ama hayallerimin pantolonunu Salomon da buldum. Internetten araştırıp o pantolonu bulacağım kesinlikle.



Alışveriş molasında ise yıllardır önünden geçtiğim ama hiç yiyemediğim j&B burger houseta yemek yedim. Yavaş yavaş menüsünü inceledim, sistemini çözdüm (çok da zor değilmiş ama gözüm korkmuştu), ve sokağa bakan masada yer bularak, en sevdiğim yerde yemek yedim. Köftesini dana etinden yapan bu hamburgerci, tabiki bir türk tafaından işletmeye açılmış, adam menünün başına kendi rsmini koymuş. Gökhan, sadece kuran değil, belli ki aynı zamanda şef yada kasap çünkü şef kıyafetiyle poz vermiş.


Şu an uçakta dönüyorum. Gelirken beni çok mutlu eden türk hava yolları, bu sefer onlara defalarca lanet okumama neden oldu. Dün akşamdan beri check in yapmaya çalışıyorum fakat sistem bana biletim olduğu halde, biletim olmadığını söyleyip duruyor. Acente ve thy yi aramalarım sonucu, hepsi bana problem olmadığını, ne hikmetse check ini onların da yapamadığını ama merak etmememi söylediler. Emin misiniz, bak ben oraya gittiğimde birşey olmasın dememe rağmen, yok yok merak etmeyin dediler, ve tabiki bana patladı.
Tabiki boarding pass'imi almaya gittiğimde kadın bana biletim olmadığını söyledi. Bir de son koltuk demez mi. Delirdim tabi, bağrınarak thy bankosuna gittim, herkesin önüne geçip bağıtrarak biri bana yardımcı olabilir mi diye çığırdım resmen. Gerizekalılar, sanki lütfen yapıyorlar. Senin işin bana yardım etmek, hayrına yapmıyorsun bunun için para kazanıyorsun sen. Kendi çabalarım sayesinde uçağa binmeyi başardım. Tabiki benim şansıma bir önceki uçak iptal olmuş ve bu uçağa insanları doluşturuyorlar. O yüzden şu anda full gidiyoruz. Döner dönmez thy ye hem bana gidişimden sadece 300 mil verdikleri için hem de bu son olay için şikayette bulunacağım. Normalde 1256 mil olan rota ne hikmetse 300 mil verdi. Hasbinallah diyorum.


Neyse artık yemek geliyor, bakalım thy ne cevap verecek.

Sunday, January 11, 2015

THY ve Atatürk Havalimanı

Bugün yine Hamburga uçuyorum. Ve yine güzel bir gün... Şanslı bir gün. Dün geceden beri içimden, nolur gelen taksinin emniyet kemeri olsun arkada diye dua ettim. Kemeri vardı ama araba biraz eskiydi. Emniyet kemerini görür görmez kendi kendime " bi dahaki sefere doğru düzgün dua et" dedim. 

Atatürk Havalimanında polis kontrolünden geçtikten sonra şu küçük tekerlekli arabalardan bulmak nerdeyse imkansız. Arabaların durması gereken yer bomboş zaten. Daha önce bi taktik geliştirmiştim, gatelere gidiyordum. Malum uçağa binenler arabaları dışarda bırakmak zorunda olduklarından ordan buluyordum ama bu sefer işe yaramadı. Önce 200lü kapılara gittim, ordan 500lü kapılara. Laptop çantam o kadar ağır ki onunla dolaşmak istemiyorum. Havaalanının içi de hamam gibi. Montumu çıkarmam lazım, el çantam da eklenince, mümkün değil idare edemem. Son şans olarak CIPi denedim ve bingooo. Arabaya doğru koştum resmen :)

Eşyalarımı yükledikten sonra kendimi duty free'ye attım. Bir süredir izlediğim michelle phan youtube videoları sağolsun, öğrendiklerimi inceleme vakti geldi, sabahın 6sı olduğundan mıdır nedir, makyaj standları bomboş. Taciz eden kimse yok. Kendimi Clinic standına attım. Bir de aynaya baktım.... Suratım çok soluk. Hiç beğenmedim kendimi öyle. Biraz renklenmenin zamanıdır. Önce bir göz kalemi kaptım, benim de kullandığım göz kalemlerinden buldum. İlk aşina olduğumuz bir ürünle başlayalım dimi ama. Sonra gözüme BB ve CC kremler ilişti. Hala tam ne iş yaptıklarını anlayamadım ama CC daha kapatıcı özelliğe sahip, BB ise daha ton eşitlemeye yarıyor gibi geldi. Yalnız testerların üzerinde tonları yazmıyordu yada ben göremedim. Şamsıma kullandığım ton iyiydi. Yanaklarıma iyice yedirdim. Gözeneklerimi nasıl kapattığına ben bile şaşırdım. Alnıma da BB uyguladım fakat biraz pütürlü bir görünüm oldu. Galiba ölü deri parçaları yüzünden. Aslında yüzümde olmamaları lazım, ama alnımda var. Burnumu da kapattım. O kadar. Bütün yüzümü boyamadım. Sabah sabah çok ağır bir makyaj istemiyorum. Sadece biraz rengim değişsin istedim ve işe de yaradı. Yüzüm gerçekten heryerinde eşit bir tona sahip oldu. 

Sıra geldi yanakları biraz renklendirmeye. Kendi pembeliğim hala CCnin altından gözüküyordu ama yine clinicten pembe tonlarında bir allık seçtim. Parmaklarımla hafifçe dağıttım. Rimellerden de bir gözüme volume veren bir gözüme de thicken yani daha kalınlaştıran üründen uyguladım. Biraz da far. Ama kalemi ve rimeli çoktan sürdüğüm için uçuk pembelerden şöyle bir kirpik uçlarından dışarıya doğru patpatlayıp bıraktım. Veee son olarak kaşlar. Güzel bir kaş kalemi buldum, galiba onu alıcam. Bi tarafı fırça bir tarafı kalın bi kalem ve çok hafif boyuyor. Oldukça doğal bir görünüm veriyor. Sonra baktım alnım çok kustu, bir de clinicten bir makyaj temizleyici buldum önce alnımı sonra ellerimi sildim :) sonra gittim lancome'a. Ordan da bir BB krem buldum ama clinic daha iyiydi. Hem aynı pütürlü görünüm oldu hem de clinic kadar iyi kapatmadı çizgilerimi. En son diora ordan da mac'e baktım. Beyaz göz kalemi istedim ama dior clinic gibi markalarda yok. Mac'te olabilir dediler ama ilgilenen yoktu, ve o kadar çeşitli ürün içinden bulamadım. Tezgahı biraz daha düzenli yapsalar bulabilirdim. Herhalde fiyat ucuzladıkça tezgah kötüleşiyo diye düşünürken bi baktım. Fiyatları baya da pahalı. Mac'i ve fırçalarını caddedeki mağazasında biraz çalışıp sonra havaalanından almak daha akıllıca olcak. İyi bir fırçaya ihtiyacım var çünkü. Ve çok pahalılar. Biraz da bu konu ile ilgili youtube videosu izlesem daha iyi.

İlk defa hiçbirşey almadan ama full makyaj duty freeden çıktım :)

Gate'e gittim. Galiba nadir körükten bindiğim seferlerdendi. Biraz oturdum, megapolis oynadım ve uçağa almaya başladılar. Thy artık grup sistemini uygulamaya çalışıyorlar. Ama işte insanlar ne kadar başarıyorsa. Ben kendime 28F yi almıştım. Genelde en arkalarda oturmayı tercih ediyorum çünkü genelde arkalar boş olduğundan yanım hatta bütün sıra boş olabiliyor. Ama grup A yazıyor boarding pass'te. D olmam gerekmiyor mu?

Baktım A dan geçen tek tük kişi kalmış ama biyandan da elite fln diyor. Adama pasaportumu uzatırken, "benim en arkada oturuyorum ama grup A yazmışlar bi yanlışlık mı var" dedim. "En arkadakiler Grup A ama madem siz en arkadasınız o zaman sizi uçağın en önüne alalım" dedi yakışıklı host'um. Ben bir an down oldum, özenle almışım koltuğumu beni şimdi businessın arkasında en öne oturtacak diye düşündüğüm için, cam kenarımı dedim... Size businessta yer veriyorum 4B demez mi. Hafifçe omzumu silkerek ve kocaman gülümseyerek çok telekkürler dedim ve içeri süzüldüm. Host boardin passin üzerine tükenmezle 4B yazığı için yerime oturana kadar üçbuçuk attım ama hayır, hiç bir problem yok!! En son galiba meksikaya business uçmuştum, 4 sene olmuş olabilir. Sonra şirket politikası değişince koreye bile ekonomi uçmuştum. Tamam bu onlara nazaran kısa bir rota ama reglyim, ve biraz nazlanarak güzel bir yolculuk yaptım. Thynin businessı gerçekten mükemmel. Bir tek lufthansa ve meksika havayolları ile karşılaştırabiliyorum ama bu üçü içinde mükemmel. Size gerçekten ayrıcalıklı davranıyorlar ve kendinizi birşey zannediyorsunuz :)

Koltuğum businessın en arkası olduğu için gönlümce yatırdım ve kalkışta öyle uçtum. Önden suyumu içebildim. Battaniyemi bacaklarıma örterek gazetemi okudum (evet ben bile gazete okudum, bu kadar keyifliyken ortam bir de pazar keyfi yapayım dedim, gazeteyi bütün ekleriyle şöyle bir okudum, sonra kahvaltı başlarken koltuğumun cebinden televizyonumu çıkardım.
açık söylemek gerekirse televizyon yok diye oturduğumdan beri çok üzülüyordum. Eğer komşum televizyonunu açmasaydı belki varlığını bile bilmeyecektim. Ama varmış. :) veeee sabahtan beri dua ettiğim şey oldu. Güzel bir film izledim.. The maze runner. İzlemek istiyordum süper oldu, burda kısmet oldu. Yanında bir de mükemmel bir kahvaltı, kruvasan, beyaz ve kaşar peynirleri yoğurt omlet ve tost. Daha nolsun. Bir de şimdi üstüne Alex'te brunch'a gidiyorum ama herhalde gidene kadar acıkırım :)

Uçak biraz rötarlı kalktığı için yarım saat gecşkmeli iniyorum ama bu sayede bu yazıyı da yazacak fırsatım oldu. İnşallah akşam gittiğimiz evde internet sorunsuz çalışırsa bu yazımı da upload ederim ve ileriki günlerde diğer maceralarımı anlatmaya devam ederim.

Ve umarım bu şansım hayatım boyunca devam eder... Sonuçta çok da birşey istememişim dimi... Bi emniyet kemeri, bi rahatça makyaj malzemesi denemek, bir de yanım boş rahat oturarak uçakta bir film izlemek. Yanım dolu ama business bunu telafi ediyor.

hepinize öpücükler...




Sunday, January 4, 2015

Uludağ

Cumartesi (3 ocak 2015) Uludağdaydık. Emin gelmekten vazgeçti, Rana hasta olduğu için Murat da gelemedi ama biz yine de gidelim dedik. Değişiklik olur, temiz hava alırız, biraz kayarım, hevesimi alırım dedik. İyi ki de gitmişiz. 

İnsanın kendi arabasıyla gitmesi büyük rahatlıkmış, çünkü artık bende sabahın 4.30'unda kadıköy evlendirmenin orda olacak hal yok. Geceden çantalarımızı hazırladım, montları kapının önüne koydum, kar botlarımı çıkardım sabah yolda giyeceklerimi hazırladıktan sonra kişi başı 2 tane biri beyaz peynirli biri kaşarlı iki tostu, sabah basılmak üzere hazırlayıp poşetleyip dolaba koydum. Termosa da 2 sallama çayı yerleştirdim. Sonra da bu aralar favorim olan Michelle Phan videolarını izleyerek uyudum.

Sabah 6 da kalktım ve hemen su ısıtıcının düğmesine bastım, ilk işim termosta çayımızı hazırlamaktı. Tuvalette sabah ritüelimi ( yüz sabunlama, kremler, dis fırçalama, saç) bitirdikten sonra giyindim ve tam efeyi uyandırmaya gidiyordum ki baktım uyanmış bile. O bana göre daha çabuk hazır olduğundan hep önce ben kalkıyorum. Sonra O'nu uyandırıyorum, bu haftaiçi de genelde böyle. 

Tostları makineye koydum, paketledim, çay poşetlerini termostan çıkarıp ağzını kapattım, bardaklar ve yolluk suyu da torbama yerleştirdikten sonra artık hazırım. Bekle beni Uludağ geliyoruuummm. En son 2009da Nilayda kalırken bir öğleden sonra çıkmıştım, o günden beri Kartalkaya'ya gittim sadece. Aslında Bulgaristandaki kayak tesisleri de çok güzelmiş, hem de daha uygun fiyatları varmış. Onları da bir araştırmak lazım.

06:30 da evden çıktık, 07:05 eskihisarda feribotun içindeydik. Çayımızı ve tostumuzu yedik arabada ve ben telefonuma gömüldüm. Skiciyiz.biz'den Uludağ yol durumunu, pistlerin güneş durumunu da uludaginfo.com dan takip ettim. Hava tahminlerine baktım... Amacım dağa arabayla çıkmak güvenli mi, onu anlamak. Eğer yol kötüyse dolmuşlar varmış dağa çıkan, ona yönleneceğim. Teleferik de var ama ben korkuyorum, efe benden daha çok korkuyo :)

Bursa Uludağ arası 29 km. Biz de kış lastikleri var. Arabada zincirimiz de var, yolda da zincir takma hizmeti veren bir sürü köylü var.


 Önümüzde de bir kaç araba var, onlarda da zincir yok, zaten yol asfalt, ne buz ne kar hiçbir şey yok. Hep beraber peşpeşe çıktık. 


Yolda tuzlama yapan bir araç bile vardı. Alınan önlemler gayet yerinde, yol gayet düzgündü, sorunsuz bir şekilde vardık. Arabayı da Ağaoğlu'na gelmeden yol kenarına park ettik. Park ettiğimizde saat 10du. Arabayla gelenler için bir bilgi Milli park girişi otomobil için 10tl. Ve bir uyarı, park yeri bulmak gerçekten problem, ona göre gelin.

Sabahtan gayet güneşli bir hava vardı. Efe en son 5-6 yaşlarında Bursa'da otururlarken Uludağ'a çıkmış. Birinde kartopu oynamışlar, diğerinde baharmış zaten, çim kayağı yapanları izlemişler. Eee İzmir'liler... Soğuğu sevmezler. 

Çok küçükken geldiği ve pek hatırlamadığı için önce küçük bir tur attık, Beceren Cafe, Meribel, Club Voyage Alkoçlar, ve ortadaki keriz ağacı :) önce kayaklarımı kiraladık. Yahya Hocadan kiraladım ben, 40 tl verdim. Sonra skipass almak için kuyruğa girdik... O sırada Efe "ben de mi denesem acaba" deyince ona da skipass aldık (bilgi: bu sene günlük skipass 70tl ve tüm pistlerde geçerli) ve haydaa bi daha onun kayakları kiralamaya gittik. Hemen orda da kayak hocalarının derneği var, bir hoca ayarladık, Selçuk Hoca ve 11de efe hocayla derse başladı. Ben bir beceren teleski'den bir yazıcıdan çıkıp kaydım, kendimi zorlamadan hafif hafif, hatırlamaya çalışarak, aşağı her indiğimde de efenin yanına uğradım "nasıl gidiyo hocammm" diye durumu kontrol ettim. Velisi gibi :)

12:20 gibi dersi bitirdiklerinde efe artık çok acıkmıştı. Hoca da dedi ki, "yemek yiyin dinlenin, öğleden sonra teleski ile efeyi yukarı çıkarıcam, kayaklarının önünü açmasın, yani kar sapanını bozmasın diye lastikle bağlayacağım, bir de emniyet kemeriyle kendime bağlayacağım, böylece kontrolü kaybedemeyecek". Hocanın telefonunu aldık, Beceren Cafeye gittik hemen. İçerde ama piste bakan bir masada oturduk, kayanları izledik. 


Efenin dizleri baya yoruldu tabi, ben de biraz yorulmuşum, dinlendik. O sırada hoca aradı, 2-3 arası dersi varmış... Tabi kötü oldu bu durum, napalım ne edelim, bari dedim kalk, telesiyeje binelim, yukarısını gör. Ben kayaklarla efe ayakkabısıyla çıktı. Ben kayarak inicem, efe oturarak geri dönecek. Çıkarken dedi ki "ben kayarım burdan, aşağıda buluşalım, ben kayaklarımı alayım, çıkalım yukarı". Emin misin? Emin! E peki o zaman, hadi hayırlısı...

Aşağıda buluştuk, kayaklarını aldık, tabi telesiyej Otel Fahri'nin orda, kayak odası Becerenin orda. Bir daha yürümek zor geldi, teleskiden çıkalım dedi. Dedim emin misin, hocayla çıksan daha iyi... Ben nasıl tırsıyorum... "Niye bu kadar endişeleniyorsun" diyor bana, "gözüktüğü kadar kolay değil de onun için" dedim. Israr edince, "peki tamam, ama önce senin durabildiğinden emin olmam lazım, önce biraz alıştırma yapacağız" dedim. Ama ben zaten kendime zor yetiyorum ve 90 kiloluk bir adamı teleskide nasıl idare edebilirim bilmiyorum, profesyonel değilim, o yüzden de endişeleniyorum. Başka hocayla devam et bile dedim, istemedi.

Yan yan keriz ağacına doğru çıktık, aşağı kendimizi bıraktık. Ama efe daha 1 saat ders aldı ve kar sapanını yapamıyor. Adamın zaten problemi dışa basmak, içeri basamıyor, içeri basamayınca da duramıyor, hele kayakların önünü birleştirip arkaları açmayı hiç beceremiyor. Ben devamlı komut halindeyim ama hayır beni dinlemiyor, bildiğini okuyor... Bir iki denemeden sonra sıkıldı, "hadi ama yukarı çıkalım, ben yukardan kayarken yaparım bunları" dedi... Çok cesaretli maşallah.

Teleskiye doğru giderken, efe çıkarız nolucak modunda, ben üçbuçuk atıyorum. Niye korkuyorsun diyor, teleskiden ilk seferinde düşmeden çıkabilen olmadı diyorum. Kendi halimi hatırlıyorum, gönülle az yuvarlanmadık biz. Efeye teleskinin nasıl birşey olduğunu anlatıyorum. Bir ipin ucundaki T bar bu. İp esnek çekilebiliyor, uzuyor kısalıyor, o nedenle taşıma kapasitesi yok. Sakın oturma, dedim, o bir ip, dimdik durman lazım, o seni popondan yukarı itecek, ama sakın oturma, taşıma özelliği yok, çektikçe gelen bir ipin ucundaki T bar o. Tamam dedi... Dakka bir gol bir... Efe daan diye oturdu ve tabiki daha gidemeden kendimizi yerde bulduk :)

Moral bozmuyoruz, bu normal. Herkes düşer. Matrix'teki gibi. Nero ilk denemesinde jump'ı gerçekleştirebilmiş miydi? Hayır! Gökdelenin tepesinden asfalta çakılmış, simulasyon olduğu için asfalt içeri doğru esnemiş ve Nero'yu yere atmıştı. Nebuchadnezzar'dakiler hayal kırıklığına uğrayıp, bu seçilmiş kişi olamaz bile demişlerdi... Ama noldu... Nero was the One!! Tabiki Efe'nin bu yaştan sonra kayak şampiyonu olmasını beklemiyoruz, zaten kendisi günün sonunda bu sporu hiç sevmediğine bir kez daha kanaat getirdi ama olsun en azından denedi. Düşmesi de normaldi, zira herkes düşer. İkincide oturmamayı başardı ve biz gitmeye başladık. Benim tarafımdaki bacağını bana yasla dedim, ben yönlendiricem, yerdeki engebelerde dengesini kaybediyor çünkü. Arada da kendini kaybedip oturuyor, oturma diyorum, oturmuyorum diyor, ama oturuyor, o oturdukça dengemiz bozuluyor, tutamıyorum, oturuyorsun işte diyorum, oturmuyorum diye bana bağırırken, yine kendimizi yerde bulduk.... Olsun dedim iyi oldu. En azından düştüğümüz yerdeki eğim dağın tepesine göre daha az, ilk deneme burdan olsun. Efeyi kaldırdım, beni dinle, kar sapanı yap, içe bas diyorum ama beni dinlemeden çekti gitti, kaymaya başladı ve tabiki düştü :) beni dinlemiyorsun, bildiğini okuma, ah keşke hocayı bekleseydin diyorum ama beni dinleyen kim. Kalktığı gibi gene gitti.... 



Hem de kontrolsüz bir şekilde aşırı hızlanarak dağdan aşağı çığlıklar atarak kayarken ağaca çok yaklaşmıştı ki neyseki attı kendini sol tarafına ve düştü. Karlar ağzına kadar girdi ama nasıl gülüyor, içi dışı sırılsıklam oldu ama olsun keyfi yerinde. Hadi bakalım bir deneme daha. Bu sefer yazıcı teleskiden gidiyoruz. Hadi diyorum, aferin işte böyle başarıcaz. Zirveye çok az kaldı.... Hoop yerdeki bir engebeye takıldı ve ikimiz yerle bir. Tamam sorun değil, burda da düşmemiz iyi oldu, aradaki yola çok yakınız. Zirveye az kaldı ama bu aşamayı da görmek güzel. Ama düştüğümüz yer çok eğimli, efe kalkamıyor. Dur dedim seni kurtarıcam... Kalktım, ona öyle bi açıdan yaklaştım ki ikimiz birbirimizin dengesini sağlıyoruz. Sakın kıpırdama dedim... Dememe kalmadı ayağını çekti... Ve ben 2m yuvarlandım. E ben delirdim tabi. Deminden beri beni zaten hiç dinlemedi, başının dikine gitti, kıpırdama diyorum anında ayağını çekiyor, onun yüzünden yere kapaklandım.... Baya bi bağrındım. Niye beni dinlemiyosun, salak mısın sana kıpırdama dedim, ne diye kıpırdıyosun diye açtım ağzımı yumdum gözümü... Tabiki bana küstü. "Ben yürüyerek inicem aşağı kaymicam. Zaten senin için kaymayı denedim, sen de bana bağrıyorsun" dedi, bi de vicdan azabı çektirdi, ohh tam oldu. Saçmalama burdan yürüyemezsin kaymak zorundasın dedim burnumdan kıl aldırmayarak, yürü dedim. Neyse düzlüğe çıkana kadar beni öyle bi sinir bastı ki sinirimden ağlicam. Öyle dik bi yere yuvarlandım ki, ayağımdan kayakları çıkarmam gerekti, ama kayaklar çıkmıyor. Gücüm yetmiyor, efe yukarda kaldı. Bana yardım edecek kimse yok. Neyse bağıra bağıra çıkardım kayakları, kollarımın arasına yüklendim kayakları, çıkmaya çalışıyorum düzlüğe ama öyle ağır ki kayaklar, dik yamaçtan da hep kayıyorum, çıkamıyorum. Kaplumbağa hızında 15 dk sürdü herhalde çıkmam 2m mesafeyi. Neyse sonunda başardım, ve yine birkaç kez düşerek efe aşağı inmeyi başardı. 

Aşağı vardığımızda, ona bağırdığım için, Hala biraz bozuk atıyordu bana, ben de çok pişmandım bağırdığım için. Ona kızmamalıydım, hevesini kırmamalıydım. Ama oldu bir kere, sinirlerime hakim olamadım. "Ben çok ıslandım, dizimde acıyor ben kaymicam" dedi. Kayaklarını teslim etti. Cafede oturayım dedi, o sırada saat 15:30 a geliyordu ve dağa sis çöktü. Bir de kar yağmaya başladı mı... Yıldız şeklinde yağıyor, inanılmaz güzel bir kar. Tamam, sen cafede otur buz yani kar koy bacağına biraz, ben son bi kez kayayım, sonra eve dönelim, sis de bastı kar da başladı, yol kötü olur falan gidelim. Anlaştık, barıştık, ve bende kayaklarımı teslim edip arabada efeyle buluştum. Yazık çok ıslanmış. Ona Murat'tan kar pantolonu ve eldiven almıştık ama nasılsa kaymaz diye bir polar ve kendi montuylaydı, haliyle kar montu olmadığından su geçirmiş, pantolunun içine de belinden girmiş sular, üstünü çıkardı ama içindeki su biraz kaldı ve üstünde kurudu. Ben ona yedek kıyafet al dedim ama, dedim de beni dinleyen kim. Sanki sırtında taşıyacak, arabaylayız zaten. Şu anda ateşler içinde yatmasının sebebi bu kayak tatilimiz olabilir. Oysaki ben arabada üstümü çoraplarıma kadar değiştirdim, oh mis gibi döndüm. Dönüşte bir de iskender yedik, 9da evdeydik.

Günübirlik biraz yorucu oluyor, ama 1 gece kalmalı hatta cumayı yada pazartesini izin alıp 2 gece kalmalı gitsen en güzeli. Hem dinlenirsin, havuza masaja girersin, tam tatil olur.



Efe şu an 37,5 derece ateşle yatıyor... Acaba gerçekten dağda üşüttüğü için mi oldu... Kendimi suçlu hissediyorum ama sonra hep haklı olan genlerim konuşuyor.... Ben dedim ama yedek kıyafet almasını, mont kiralamasını....